Küresel İklim Değişikliği Kapsamında Ülkemiz Kuzey Kıbrıs’ta Suyun Önemi
Dr. Erden Miray Yazgan Yalkın
-Akademisyen/Felsefi Danışman-(Uygulamalı Felsefe/Halkla İlişkiler/Dış Politika ve Diplomasi)
Ve Doğa Dedi ki:
“Ey İnsan Sesime Kulak ver!”
Kısa bir süre önce sosyal medya üzerinden bir video aracılığıyla Hintli bir gurunun konuşmasını dinledim. Belki aranızdan bazılarınız da bu videoyu izleme şansı bulmuştur. Şanslı olmayanlar adına burada biraz bu gurunun söylediklerini ele almak istiyorum. Öyle ki, , sakin bir şekilde içerisinde yer aldığımız dünyada nasıl bir yanılsama içerisinde olduğumuzu anlatan guruyu dinlerken diğer yandan ürperdiğimi hissettim. Üzerine basa basa sorduğu sorular ve sorulara verdiği cevaplar o kadar dokunaklıydı ki… Ve bir o kadar gerçek… Kendisinin dile getiremediğim düşüncelerime tercüman, hayatıma ışık olduğunu hissettim tam olarak o anda, şimdi de!
Her ne kadar farkında olduğumuzu iddia etsek de kesinlikle farkında değiliz… Biz dünyanın, evrenin, var oluşun en mükemmel varlıkları değiliz… O şekilde tasarlanmış olmamıza rağmen değiliz! Öyleyiz aslında ama değiliz… Kusurluyuz, hatalıyız, günahkârız ve çoğunlukla pişmanız! Ne var ki, vicdan muhasebemiz de tıpkı pişmanlıklarımız kadar kısa süreli!
Değerli guru sordu ve yanıtladı.. Çok fazla vaktinizi almadan burada kısa belirtmek istiyorum:
“- Dünya üzerindeki bütün kurtlar ölse, yok olsa ne olur? İnanılmaz ama gerçek, bugün dünya üzerindeki bütün kurtlar ölse, yok olsa doğa yaklaşık olarak 10-12 sene içerisinde yok olur…
-Dünya üzerindeki bütün böcekler ölse, yok olsa ne olur? İnanılmaz ama gerçek, dünya üzerindeki bütün böcekler ölse, yok olsa evren yaklaşık olarak 2-3 sene içerisinde yok olmanın eşiğine gelir…
-Dünya üzerindeki bütün insanlar ölse, yok olsa ne olur? Şu anda bizim için yine inanılmaz gibi belki ama gerçek! Dünya üzerindeki bütün insanlık yok olsa doğa kendinden taşar… Ortalık yemyeşil olur ve bütün diğer canlılar tıpkı şimdi olduğu gibi ve hatta belki de şimdikinden çok daha iyi doğa koşullarında yaşamaya devam eder!”
Gurunun söyledikleri oldukça açık ve netti! Bütün insanlık yok olduğunda bu yokluktan etkilenecek olan insanoğlundan başkası değildir. Bütün insanlık yok olduğunda kendimizden başka kayıp yaşayacak bir başka canlı yoktur dünya üzerinde. Üzülse üzülse yaratıcı güç üzülür halimize lakin o da gazap tohumlarını icat etmekle kalmayıp ekip biçenin biz olduğunu hatırlatacaktır elbette!
Önceki yazımızda da değinmiştik, doğa adildir! Doğa belirli yasalar çerçevesinde varoluşunu sürdürür. Bu yasaların en temeli ise yaşam ve ölüm çarkıdır. Bu döngü kapsamında doğa içerisinde yer alan hiçbir canlı varlık birbirinden daha az ya da fazla değerli değildir. Yine gurumuzun sözlerine odaklanacak olursak, bir yaratıcı düşünün ki, evrende var ettiği her varlık ile eşit derecede ilgileniyor. Biz ise kendimizi dev aynasında görerek diğer bütün canlılardan ve hatta kendi türümüzden olanlardan dahi daha üstün olduğumuza inanıyoruz. Hem de bir akıl varlığı olma ayrıcalığımızı ileri sürerek…
Yediği kaba tüküren, bindiği dalı kesen, kendi topuğuna kurşun sıkan bir akıl varlığı! Doğayı katletmek suretiyle yok olmanın eşiğinde, doğal olanı tahrip edip, yapay olan ile mutlu olmaya çalışan, bunu yaparken de koskoca evrende mini minnacık ufacık bir yer işgal ederken yaradılışın ulu çınarı gibi bilgelik taslayıp, böbürlenen bir insan varlığı…
O kadar büyüğüz, o kadar önemliyiz, o kadar görkemliyiz ki, yarın 2 metrekarelik alanda torak ile kucak kucağa kaldıktan ve bu gezegendeki varlığımızı kaybettikten sonra sadece dudaklarda kısık bir gülücük ya da kalp sızısı ile anımsanacağız. O da kim bilir ne kadar bir süre için… Burada ünlü Stoacı düşünür ve devlet adamı Marcus Antonious Aurelious’un şu sözleri geliyor hemen aklıma: “Tüm yaratıklar bir günlük, hepsi ölü. Bir kısmı kısa da olsa hatırlanmış, bir kısmı efsane olmuş ve bir kısmı efsane olsa da, unutulmuş gitmiş (Hayat Kısa,Mutlu Olmayı İhmal Etme: 8.25).”
Kutsak Kitap’ta “Yaratılış” a baktığımızda çok doğrudur ki, her şeyi yoktan var eden, var ettikleri arasında en fazla yetkiyi ve özellikleri “insan”a vermiştir “Âdem” aracılığıyla. Tanrı, insanı kendi suretinden yaratmıştır… Aden Bahçesi’ni ona emanet edip bütün nimetlerinden faydalanmasına izin vermiş. Büyük bir lütufta bulunarak bu dünyayı ve bütün varlıkları onun hizmetine sunmuştur. Ancak burada altı özellikle çizilmesi gereken bir koşul ile : “Ona sahip çıkması, bakması, koruyup kollaması” koşulu ile. Kesinlikle ama kesinlikle onu tarumar etmesi, sömürmesi ve yok etmesi amacıyla değil. İçerisinde yaşadığımız bu dünya bizlere ne yaparsak yapalım diye öylesine hediye edilmiş bir yer değildir… Bir lütuftur bize emanet edilen… Evet, doğa, insana verilmiş bir hediye değil, bir lütuftur.
Kim acaba daha çok ağlıyor? İklim değişikliği yüzünden mevsimler birbirine girmiş, yazın ortasında farklı ülkelerde farklı şehirlerde seller almış, nice masumlar yaşamlarını kaybetmiş… Kapitalist düzenin sorumsuz yöneticileri ya da cahil insan toplulukları mı ağlayanlar yoksa gökler mi?
Bugün dünyanın pek çok noktasında Küresel İklim Değişikliği ve Çevre Etiği ile ilgili toplantılar konuşmalar yapılmakta. Elbette niceleri arasında gerçekten çözüm odaklı, samimi, farkındalık eşiği yüksek ve bilgili topluluklar vardır. Ne var ki, resme tepeden bakıldığında her şey koskoca bir şaka gibi…
Örneğin bugünün en temel konularından birisine odaklanalım. Bütün dünya küresel iklim değişikliği doğrultusunda alınması gereken önlemlerden söz ediyor. Alınması gereken önlemlere dair sıralama da ise ilk sırayı karbon bazlı tüketimin durdurulmasının, önlenmesinin önemi ve gerekliliği vurgulanıyor. Altı çizilen bu önemli hususa ilişkin olarak, alternatif tüketim yöntemleri üzerinde mesailer harcanarak “sürdürülebilirlik adına” bilinçlendirme toplantıları yapılırken diğer yandan aynı insan toplulukları, aynı “bütün dünya” bugün Akdeniz’de paylaşılmak istenen doğal kaynaklar ve temel haklar çerçevesinde politik, ekonomik, sosyolojik manevralarda bulunmaktadır.
Doğal kaynaklar adı üzerinde doğanındır! Doğal olan Doğa’ya aittir ve Doğa yasalara tabidir. Burada C. Lewis’in altını çizdiği üzere Doğa Yasaları ile İnsan Doğasının Yasaları arasındaki farkın kavranabilmesi çok önemlidir… Kapsamlı bir şekilde başka bir yazı dizisinde ele almayı istediğimiz bu önemli ayrıntıyı bir kenara raptiyeleyip ana fikre dönecek olursak: Doğal kaynaklar aslında hiç kimsenindir. Doğal kaynaklar, Doğaya ait olan kaynaklar, ihtiyacı olanın ihtiyacı kadar tüketmesine izin verir.
Geçenlerde bir haber ile karşılaştım. Haber Arap yarımadasında bir yerde, bir köyde halkın çok mutsuz olduğu, acı çektiği ve çaresiz olduğuna dairdi. Halk böyle bir hal içerisindeydi çünkü bütün musluklardan petrol akıyordu. Oysa halkın tek ihtiyacı suydu!
O kadar çok başka şeylerle uğraşıyor ve dünyayı basit bir şekilde ikili sınıflandırmalar çerçevesinde algılamaya devam ediyoruz ki… En basit örnek, bu iyi- bu kötü, bu doğru – bu yanlış, bu değerli bu değersiz…
Oysa soruyorum size doğanın kendisinde gerçekten doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü, değerli ya da değersiz var mıdır?
Yoluna çıkan engellerden dolayı dere yatağını değiştirse, köyünüze su gelmese bu su yanlış yolda mıdır? Sıcaktan bunalsanız, bir ağacın altına uzansanız ve ağaç size gölge salmasa bu ağaç kötü bir ağaç mıdır?
Diyelim ki, rasyonel sorgulamanın bütün alanlarına dair olan akıl yürütmelerimiz çerçevesinde ortaya konulacak olan cevaplarınız bu diyalektik düzenin bir parçası olan siz tarafından evet ya da hayır olarak verilecek ve siz evet dediniz. Suyun yolu yanlış, ağacın kendisi ise kötüdür… O halde bir kez daha soruyorum size su ve petrol arasında bir belirleme yapacak olsanız hangisi daha değerli hangisi daha değersizdir?
İnsana ve insanlığa dair olan sorunların göreliliği ve bizim dünyayı bir bütün olmaktan ziyade kutuplar halinde kavrayışlarımız göz önüne alındığında cevap basittir: Ülke hazinesinin zenginliği ve halkın refahı için yanıtımız pek ala petrol olabilir… Ya da yukarıdaki örnekte olduğu gibi, yaşam mücadelesini ultra ekonomik değil ancak ölüm kalım savaşı çerçevesinde veren bir halk için yanıtımız sudan yana olabilir…
Ne var ki, yaşamın olmadığı yerde böyle bir ayrım da olmayacaktır kanımca…
Doğa yasaları, çevre etiği, ekolojik denge, küresel iklim değişikliği, sürdürülebilir yaşam denildiğinde pek çok ara başlık üzerinde odaklanılabilir… Ancak belki de bugün hassasiyetle üzerinde durulması gereken mesele “su” meselesidir.
“Su yaşamın kaynağıdır”, İster kutsal kitaplara ister ilk filozofların söylemlerine bakın ya da evrimcilere kulak verin… Bir gerçek vardır ki, o da yaşamın kaynağının su oluşudur. Su olmadan hiçbir şey var olamaz. İnsan bedeninin %75 i sudur. Bir cenin bütün gelişimini anne karnında su içerisinde gerçekleştirir. Dünyanın ¾ ‘ü sularla kaplıdır. Ve böylece liste uzar, hakikat aynı kalır: “Su hayattır”.
Her gün değişim, gelişim ve sürdürülebilirlik gibi kavramların altını çizilirken, asıl üzerinde durulması gereken husus teoriden pratiğe doğru keskin bir adımla, suyun dönüştürülmesi ile ilgili çalışmaların büyük bir ciddiyetle hayata geçirilmesi bu çerçevede de toplumsal bilincin uyandırılmasıdır!
Şimdi yine bulunduğumuz coğrafyaya dönelim. Bugün Kuzey Kıbrıs’ın en temel sorunu petrol değil, sudur! Sondaj çalışmalarına verilen önemden daha fazlası suyun dönüştürülebilmesi ve saklanabilmesi için olmalıdır. Aslında bu yerel ve bölgesel bir mesele olmanın çok daha fazlasıdır. Nitekim küresel iklim değişikliği sebebiyle normal seviyenin üzerinde varlığını gösteren yağışlar, daha önceki yazımızda da ifade ettiğimiz gibi Kıbrıs adasının kuraklıkla yüzyüze olduğu gerçeğini örselememekte ve değiştirmemektedir.
Bu tehlike arz eden söz konusu durum ne yazık ki, mikro ölçekte sadece bir Kıbrıs meselesi de değildir. Su meselesi makro ölçekte bütün dünya ülkeleri tarafından önem ve özenle ele alınması gereken bir husustur.
Nitekim bugünlerde ironik bir şekilde de olsa gündemimize oturan ve bütün insanlığı farkındalığa davet eden 7. Kıta meselesi bunun en vurucu örneğidir. Belki de reklamlardaki kıta sözcüsünü doğanın dile gelişi olarak ifade edebiliriz: “Ey İnsan Sesime Kulak Ver! Yoksa kendi pisliğinde boğulacaksın!”
Dr.Erden Miray Yazgan Yalkın